Phikardu Köyü: Kıbrıslı Tarihin Açık Hava Müzesi

Pembe Estetik
30 Kasım 2017
Mozart’ın Şehri Salzburg
18 Aralık 2017

Phikardu Köyü: Kıbrıslı Tarihin Açık Hava Müzesi

Barış…

Biz barışa doğmamış bir nesiliz. İlk masallarımızda barışın huzuru olmadı. Henüz sinema filmleriye tanışmadan tanıştık, savaşın korku kan ve ölüm dolu yüzüyle…

Sevgi ve aşktan önce kini ve nefreti öğrendik.

Demokrasiden önce askere taptık.

Biz barışı çok geç tanıdık. Barışı istemeyi ve isteyebileceğimizi bile çok geç öğrendik.

Biz çocukluğumuzu kurban ederken savaşa, bütün ömrünü feda etti bizden önceki kuşak…

Kanlı bir tarihin sayfalarında dolaştık durduk yıllar boyu gerçek barışı ararken…

Biz barışa doğmadık ama, tanıyınca gerçek barışı, umutla bekledik barış dolu yarınları…

Tıpkı bir annenin masumiyet kokan bebeğinin gelişini beklediği gibi…

Umduk ve umuyoruz ki barış gelecek ülkemize…

Küllerin arasından başımızı uzatıp, kalıcı ve sonsuz barışı yaşayabileceğiz en sonunda…

Olabildiğince özgür ve hiç olmadığı kadar bereketli ve gür…

PHİKARDU  KÖYÜ: KIBRISLI TARİHİN AÇIK HAVA MÜZESİ…

Acaba hangi tarih kitabına bakmak, kaç nene ve  dedeyle konuşmak gerek yakalamak için o capcanlı tarih sahnesini?..

Kaç trafik lambası geçmek, kaç tane sağ ve sol yapmak gerek ulaşmak için 200 kusur yıl öncesine?..

Lefkoşa’dan Trodos’a doğru sıcak bir Ağustos gününde çıktık biz yola ve serinleten bir sohbetle ilerledik huzur dolu bir orman yolunda… Akdeniz’in maki bitki örtüsünde kah badem ağaçları, kah zeytin ağaçları,  ama ille de o olmazsa olmaz kekik kokusunda uzandık Trodos’un eteğindeki buram buram Kıbrıslı tarih kokan o rüya köye…

Bir zaman tünelinden geçtik ve has be has Kıbrıslı yaşamlarla buluştuk Lefkoşa’nın sadece 40 kilometre uzağında… 200-300 yıl öncesinin bu adaya dair basit yaşamıyla yüzleştik biraz hüzün, çoğunlukla şaşkınlık ama büyük bir keyifle…

Kıbrıs’ın içinde, Kıbrıslı samimi bir sohbetle…

Artık en çok benim neslimin hatırlayacağı birçok alışkanlığa 18’nci yüzyılda değil, sadece birkaç gün önce tanıklık ettik canlı bir yaşam döngüsünde…

“Phikardou” adlı  köy tarih kitaplarında değil ama,  Lefkoşa’nın sadece yarım saat uzağında, Trodos dağının eteğinde,  tarihi canlı yaşayan gerçek mi gerçek bir yerleşim yeri…

Kıbrıs köylerinin günlük yaşamdaki tarihinin açık hava müzesi…

1977’de Rum Hükümeti’nin Eski Eserler Dairesi bu köyde küçük restorasyonlara başladığı zaman, bu  köyün aslında dünyadan tamamen izole,  18’nci yüzyılda kalmış bir yerleşim yeri olduğunu hayretle gözlemler. Zaman orada durmuş, donmuştu!.. Bu ilginç  keşfinden sonra, bu Daire, Phikardou köyünü yok olmaktan kurtarmak için 1978 yılında burayı “Eski Eser” ilan eder ve koruma altına alır.

Ekonomik sorunlar ve şehre göç,  köy nüfusunu yüzyıllar içinde azaltsa da, çok yakınlarında şehir hayatının ışıklı dünyası olsa da, onlar gelenek ve görenekleriyle tarihe ve teknolojiye meydan okurcasına yaşamayı sürdürmüşler. Hep taş ve kerpiç karışımı evlerinde yaşamış, avludaki fırında pişirmişler ekmeklerini…

Öküzlerine taktıkları sabanla sürmüşler arazilerini, eşeklerle taşımışlar üzümlerini ve bademlerini; hala yaptıkları gibi…

Trodos eteklerindeki olağanüstü şaşırtıcı Phikardou köyünü gezerken bir zamanların Kıbrıslı yaşamına dokunduk. Taştan, kireçten, kerpiçten evlere bakakaldık. Kiremit çatılı bu evlerin damlarında dolaştık. Üzüm, incir kurutulan veranda damlarda evden eve komşu muhabbetleri sanki kulağımıza fısıldandı. Trodos’un eteklerindeki bu muhteşem havada, bu damlarda kim bilir uyumak  ne hoştu!..

Daracık taş sokaklarında dolaştık köyün ve hep o Akdeniz tarzı ahşap işlemeli kapılara baktık, eski bir Kıbrıs rüyasını görürcesine…

Kapının üzerindeki özel kilidi yukarı itip evlere girdik. Aslında eve değil avluya; ya da iç bahçeye… Bir köşede mutlaka bir üzüm basma yeri, diğer köşede ekmek fırını… Evin zenginliğine göre farasan küpleri olan avlulara… Birkaç kapı açılır genellikle her evin avlusuna… Evler genellikle iki katlı. Alt katta depo odalar ve hayvan barınağı ahır; ikinci katta günlük hayatın döndüğü,  ev sakinlerinin mütevazı yaşam alanları…

İlk kattaki hayvan barınaklarında hayvan yemlikleri ve suluklar, ikinci katta evi ısıtan bir ocak ya da şömine… Duvarda fotoğraflar, elde dokunan battaniyeler ve namsiyeli yataklar…

Gül suyu ve zivaniya üretme imbikleri, o günlerin şarap yapma düzenekleri…

Dokuma tezgahı ve iplik eğirme çıkrığı, hepsi 18’nci yüzyıldaki gibi kullanımda…

Minicik köyün 1881’de nüfusu 64 imiş, 1931’de 122 ve 1982’de sadece 13…

Şimdilerde çoğunlukla komşu köylerde yaşayan ev sahipleri,  devletten de aldıkları katkılarla evlerini aslına uygun tamir ediyor ve sezonluk da olsa bu mekanları  kullanıyor,  18’nci yüzyıla dek  ulaşan alışkanlıkları ile birlikte…

Phikardu köyü 1986’da “Tarihi dokuyu  en iyi koruyan ödül” olan  “Avrupa Nostra” ödülünü aldı. Şimdilerde bu minicik nostaljik  köy turist kaynıyor. Kıbrıslı yaşama kıyısından da olsa dokunmak isterseniz Rum ya da Türk köyü demeyin… Bu tarih hepimizin, tüm  adalıların tarihi…

Büyük bir şans olsa gerek bir tarihçiyle çıkmak böylesine bir tarih yolculuğuna. Ama tarihçi olmasa da yanınızda; hazır yakalamışken o canlı tarihi,  çocuklarınıza ve dostlarınıza da  gösterin bize dair o nice yaşanmışlığı… Tarihin içinden süzülüp günümüze dek capcanlı gelenleri…

 

Varlığının farkında olmadığımız dostlarımız var

Tıpkı sağlığında değerini anlayamadığımız organlarımız olduğu gibi,

Ve anlamını kavrayamadığımız,  bize bizi hatırlatan tarihi eserlerimiz ve alışkanlıklarımız…

Fotoğraflar: Güven Uludağ

“Biz” ve “Öteki”…

TARİH KİTAPLARIMIZ…

Ben tarihçi değilim ama bir haftadır o çok eleştirilen ve yeniden yazılacak olan Tarih kitaplarının 3’ncüsünü okuyorum. Aslında okumuyor didik, didik ediyorum. Bu kitapta çocuklarımıza yakın geçmişimiz anlatılıyor. 1939’larda tetiklenen  İkinci Dünya Savaşı ile başlıyor kitap ve 1940’lardan 1974 Barış Harekatına kadar yakın geçmişimize dair bize bizi o kadar güzel anlatıyor ki… Neler yok ki bu yakın geçmişte? Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu, Faiz Kaymak, TMT, EOKA, Kıbrıslıtürklerin mücadele tarihi, trenimiz, posta hizmetlerimiz, düğünlerimiz, okula başlama törenlerimiz, Arasta çarşımız, Cuma pazarımız… Müziklerimiz, müzikçilerimiz, tiyatro tarihimiz ve edebiyatçılarımız öyle akıcı öyle çekici anlatılmış ki; bu kitabı ders notu olarak okuyan her Kıbrıslıtürk çocuğu nereden geldiğini ve nereye gideceğini öğrenmiş olur ve bilir… Gerçek  tarih bilinciyle donanmış olur…

3’cü kitabın bence en zengin yanı sosyal tarihimizi bu kadar detaylı vermesi ki; bu da tarihi sevdiren önemli bir unsurdur.

İtiraf etmeliyim ki,  benim zamanımda böylesine net bir Kıbrıslıtürk tarihini ben okumamıştım. Yakın zamanda Kıbrıslıtürkler’in belki de kimlik arayışları çerçevesinde yayınladıkları onca kitabı okudukça aydınlanmış ve nereden gelip nereye gittiğimi sorgulamaya başlamıştım.

Bu kitaplar şimdi yeniden yazılıyor. Eminim ki tarihçilerin görebildiği birçok eksik ve belki de hata da vardır bu ders kitaplarında ama, yayınlanan hangi kitapta hata ve eksik  yok ki?…

Her şeyi bir yap-boz tahtasına çevirip iyi bir başlangıcı neden yok etmeye çalışıyoruz? Toplumsal uzlaşı çerçevesinde neden Kıbrıslıtürkler olarak “Biz”i yakalamaya özen göstermiyoruz?

Tam da yok olmaya ramak kalmışken neden kenetlenmiyoruz?  İlle de kendimizi “Öteki”leştirmek zorunda mıyız?   Bu minicik adada ve bu minicik toplumda ille de farklı bir tarih aramak niye?   Farklılıklarımız neden zenginliğimiz olamıyor?

Her şeyi yeniden yapacak kadar zengin mi bu toplum? Neden eksikleri tamamlamaya gitmek varken, “kötüdür” damgası vurup toplumu bölüyoruz?

Bir toplumun toplum olmada en önemli unsurları ortak algıladıkları tarihleri ve ortak gelecek beklentileri değil midir? Eğer bu topraklarda verilen onca mücadeleye ve çekilen onca acıya rağmen hala birbirimizi anlayamıyorsak, “Biz”i değil “Öteki”ni yaratmaya çalışıyorsak; maalesef yok olma kabusunu görmeye mahkumuz.

Ve aslında tarihi doğru ve ortak okuyabilmek çocuklarımıza tek ağızdan anlatabilmek buralarda çok daha önemlidir. Çünkü artık bizim nüfusumuzu çok aşan bu toprakların yeni konukları var. Anne ve babalarından Arasta’yı, treni ya da eski Kıbrıs düğünlerini asla dinleyemeyecek çocuklar… En azından onlara da bu topraklarda, yani onların yeni yurtlarında  bir zamanlar yaşayan Kıbrıslıtürklerin tarihini anlatmak da bizim tarihe ve atalarımıza olan borcumuz değil midir?

 

Filiz Besim

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir